Ehl-i Sünnet düşmanlarının ağababası Fazlur Rahman: “Şeytan ayetlerini Allah vahyetmiş olabilir!”
Fazlur Rahman ile Salman Rüşdi arasında ne fark var?..
***
“Düşmanın imha metodu!” başlıklı yazımızda[1], Islam’a aykırı olan ve gavurlar tarafından Müslümanlara kabul ettirilemeyen bazı hususların, Müslüman görünümlü -sahte hocalar- vasıtasıyla kabul ettirilmek istendiğini çeşitli misaller vererek ortaya koymuştuk. Bu yazıda ise, zamanında “Salman Rüşdi” tarafından ortaya atılan “Şeytan ayetleri” meselesinin bugün “sözde hocalar” vasıtasıyla -bizim tabirimizle- “Düşmanın imha metodu”yla nasıl kabul ettirilmek istendiğini okuyacaksınız. Bildiğiniz gibi o dönem söz konusu iddiayı ortaya atan Salman Rüşdi Müslümanlardan sert tepki görmüştü. Ancak “sözde hoca” geçinen Fazlur Rahman’ın Şeytan ayetleri olayının “Kur’an’ın ışığında pekala mümkün” demesine, müslümanların hiçbir tepki göstermemesi bir yana, “sadece Kur’an” diyen -sözde hocalarımız- bu adamı büyük bir Islam alimi olarak takdim ediyor ve fikirlerini Islam dünyasında yaymaya çalışıyorlar. Işte sünneti/hadisleri atıp “sadece Kur’an” dediğiniz zaman, bu tür hezeyanları kolayca Kur’an’a yamayabileceklerdir.
Işte Fazlur Rahman’ın hezeyanı ve ona yapılan reddiye…
Bizim Ehl-i Sünnet düşmanı ilahiyatçılarımızın fikir babası olan Fazlurrahman’a göre Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem -haşa- müşriklerle uzlaşmak istiyordu:
“Mekkeliler’in baskısı altında ve amcası Ebu Talib’in özellikle rica etmesi üzerine, ayrıca diğer taraftan yeni dinin birçok ailelere getirdiği zorluklar muvacehesinde onun (Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in) duygulu, hassas ve içten gelen şefkat ve acıma hissi uzlaşmaya yanaşmasındaki hikmeti anlaşılır hale getirmektedir.”[2]
Devam ediyor:
“Fakat Peygamber ne kadar korku veya düşünceleri ile -veya hatta ifadeleri ile- uzlaşma yaparsa da Hac suresinin 22. ayeti açıkça belirtmiş oluyor ki, Allah bunu “nesheder” yani “iptal” eder. Bununla ilgili olarak şu önemli olay çok daha iyi anlaşılmaktadır: Necm suresi 19. ve 20. ayetleri bir defa müşrik putlarından bahsettikten sonra “Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? ve üçüncüleri olan öteki put Menat’ı?” Peygamberimiz (s.a.v.) bu putları “şefaatleri ancak (ümitsizce)[3] beklenebilecek yüce Kuğular” (Tilke’l-Ĝarânîk el-ûlâ ve inne şefâ’etehunne le-turtecâ) olarak tasvir etmişti. Bunun nedeni ise yine Necm suresinin 21-23. ayetlerinin anlamını açıklığa kavuşturmaktı.”[4]
Alıntı -şimdilik- sona erdi…
Gerek ahlakî, gerek hukukî, gerekse kelamî hadislerin sonradan uydurulup Hz. Peygamber (s.a.v)’e isnad edildiğini büyük bir rahatlıkla söyleyebilen birisinin, literatürde “Garanik” olayı diye bilinen böyle bir uydurmanın Hz. Peygamber (s.a.v)’e nispeti konusunda en küçük bir şüphe izhar etmemesi bir yana, onu tarihsel bir gerçek olarak takdim etmesi, hatta birazdan da göreceğiniz gibi “Kur’an’a göre de mümkün” demesi hakkında sadece “çelişki” kelimesinin kullanılmasının ne kadar basit ve yetersiz kalacağını vurgulamaya gerek var mıdır bilemiyoruz!
Fazlur Rahman’a göre bu Şeytan ayetlerini Hz. Peygamber (s.a.v) kendi iradesi veya “dalgınlığı”yla söylemiş değil. Bu cümleleri ona vahiy yoluyla bizzat Yüce Alllah celle celaluhu indirmiştir:
“Necm suresinde Mekke müşriklerinin tanrıçalarına (putlarına) taviz kabilinden ifadelerin kullanıldığının ve sonradan neshedildiğinin ileri sürüldüğü ayetler ve bunlara ilaveten Kur’an’da bulunan diğer deliller…”[5]
Bu ifadelerin, konuyu takdim biçimimize sağlam temel teşkil etmediğini söyleyenler çıkabilir. Ancak şimdi vereceğimiz pasajlar bu “temkinli” yaklaşımları tamamen boşlukta bırakacak denli açıktır:
“Mekkeliler uzlaşma önerilerini sunmadan önce, belli başlı akidelerde Peygamber ile müzakere yapmak istediler. Eğer (Hz.) Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) onların tanrılarını insan ve tanrı arasında aracı olarak kabul ederse ve belki de tekrar dirilme fikrini kaldırabilirse, onlar da müslüman olabileceklerdi. Tekrar diriliş konusunda uzlaşma olamazdı. Aracı tanrılar konusunda ise Islami gelenek şunları söylüyor: Habeşistan’a göç zamanında, oluşum halindeki müslüman toplum büyük sıkıntılar içinde iken Peygamber bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, 53. sureden uzlaşmaya (tavize) işaret eden bazı ayetler zikretmiştir. Fakat bunlar çok kısa bir süre sonra feshedilmiş; şeytani ayetler olarak şiddetle tenkit edilmiş ve şu an Kur’an’da bulunan ayetler onların yerini almıştır. Birçok günümüz Müslümanı (Hz.) Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’in bu tür sözler sarf ettiği rivayetini reddeder; fakat Kur’an’ın ışığında olaya bakacak olursak bu, pekala mümkün de olabilir…”[6]
Yazar her ne kadar bunların daha sonra neshedildiğini söylemekte ise de, bunun durumu kurtarmaya yetmeyeceği açıktır. Yine şurası da açıktır ki, Tevhid’in “bir kere” ihlali ile daha fazla kere ihlali arasında nitelik olarak hiçbir fark yoktur. Eğer tarihin herhangi bir döneminde şu ya da bu gerekçeyle vahiy, Allah’a ortak koşulan kişi ya da nesnelerin mesruiyetini tanımışsa, neden daha sonraki zamanlarda benzer durumlarda aynı tolerans gösterilmesin?
Bu olaya “Kur’an ışığında” baktığını söyleyen yazar, hangi ayetinde Kur’an’ın, kökünü kazımak için geldiği şirkin herhangi bir argümanına -hem de bu tarz bir- “taviz”le geçit verdiğine rastlamıştır? Yahut bu nasıl bir mantıktır ki, “tekrar diriliş” konusunda uzlaşma olmayacağını vurgularken, “aracı tanrılar” konusunda “bir şeyler yapılabileceğini” anlatmak istemektedir? Daha da düşündürücü olanı, burada ilmi dürüstlüğün ve ilim adamı olma vasfının gerektirdiği ciddiyet ve cesaretle bizzat kendisi bir şey söyleyememekte, ama sorumluluğu, ömrünü “defterini dürmeye” adadığı “gelenek”in omuzlarına atarak “sıyrılmaya” çalışmaktadır.
Böyle bir saçmalığın, “Kur’an’ın ışığında bakıldığında” onaylanabileceğini söyleyen birisinin Kur’an’ı anlama konusunda “bilimsel” yaklaşımın “tutarlı” değil, öncelikle “Islami” olup olmadığı acilen sorgulanmalıdır.
Esasen bu yaklaşımı tarihsel durum ve hadisler de yanlışlamaktadır. Şayet şirke karşı böyle bir taviz verilebilecek idiyse neden Mü’minler Mekke’de onca eziyet ve baskıya maruz bırakıldıktan sonra Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalsınlar ve hatta neden bizzat Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimiz müşriklerin bütün tahkir ve aşağılamalarına Kur’an’dan aldığı güçle büyük bir sabır ve itmi’nan örneği göstererek göğüs gererken “Bir elime güneşi, öbür elime ayı verseler…” diyerek dirensin?
Eğer birisi size Garanik olayına Kur’an’ı mihenk alarak yaklaştığını ve Kur’an’ın, böyle bir olayın vukuuna itiraz etmediği -hatta bu olayın, vahyin direktifi ile meydana geldiği ve “Şeytan rivayetleri”nin, sonradan neshedilmiş de olsa en azından belli bir süre Kur’an ayeti olarak varlığını sürdürdüğü- sonucuna ulaştığını söylerse, Kur’an’a ve Tevhid’e olan imanın doğrudan ve tabii bir sonucu olarak, kendisinin Kur’an’a bakışında ve Kur’an’ı algılayış tarzında acil bir tedaviye muhtaç, öldürücü bir hastalık bulunduğunu söylemelisiniz.
Elçisinin “sapmadığını” ve “batıla inanmadığını” yemin ederek bildiren Allah Teala’nın, böyle bir bağlamda, hak ile batılın, doğruluk ile sapkınlığın bir anda birbirine karışmasını intaç eden Şeytan rivayetlerini elçisine vahyettiğini söylemek, Kur’an konusunda modern hermenötik yöntemleriyle kazanılan “vukufiyet” ve “nüfuz”un bir yansıması olsa gerek!
Tarih, Kur’an konusundaki bu “malul” ve “lekeli” yaklaşımı, özellikle Kur’an Tefsiri konusunda aşılmaz eserler bırakmış olan ulemayı -ve her ne hikmetse özellikle de Sünni ulemayı- hedef seçip, onların Kur’an’ın öğretisini tahrif ettiğini söyleyebilme tuhaflığını gösterdiği için ayrıca belli bir özenle yadedecektir.
Okuyucu, Islam kültür ve ilim tarihini “bin yıllık kutsal ahmaklık” olarak ilan eden[7] Fazlur Rahman’ın, Kur’an ve Sünnet’e “bütünsellik” ilkesi doğrultusunda yaklaşılması gerektiğini söylerken ve “ahlak” kavramına her fırsatta vurgu yaparken önerdiği yaklaşımın içini hangi “makul” argümanlarla doldurduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.
**********
KAYNAKLAR:
[1] http://belgelerlegercektarih.net/dusmanin-imha-metodu/
[2] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, 190.
[3] Ifadeyi kabul edilebilir kılma gayreti ile yapılan bu eklenti, hem cümlenin sonundaki “le turtecâ” kelimesinin ifade ettiği tekit ve vurguya (çünkü yukarıda Arapça metni de verilen cümlede, o putların şefaatlerinin “elbette” umulacağı/bekleneceği belirtilmektedir), hem de bizzat Fazlur Rahman’ın kurduğu mantıksal örgüye ters düşmektedir. Çünkü eğer Hz. Peyamber (s.a.v) -haşa- müşriklerle uzlaşmak ve onlara şirin görünmek için bu sözü söylediyse, onların putlarının şefaatinin “ümitsizce” beklenen bir şefaat olmaktan ileri geçemeyeceğini ya da onlardan şefaat beklemenin beyhude bir beklenti olduğunu niçin söylesin? Hem böyle bir ifade kullanıp hem de müşriklerle uzlaşma gayreti içine girmenin makul bir yanı olabilir mi?
[4] Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, 192.
[5] Fazlur Rahman, Islam ve Çağdaşlık, 90.
[6] Fazlur Rahman, Allah’ın Elcisi ve Mesajı, 34, 35.
[7] Fazlur Rahman, Islam ve Çağdaşlık, 282.
**********
ALINTI: Ebubekir Sifil, Modern Islam Düşüncesinin Tenkidi, cild 2, Rıhle Kitap, 5. Baskı, Istanbul 2013, sayfa 32-37. (Özetledik ve ufak eklemeler yaptık)
*