Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’e Kur’an’dan Başka Vahiy Geldi Mi?
Makalede, delillerimize yapılan itirazlara da cevap verilmiştir…
***
İslam alimleri Kur-an’a “vahyi metluv”, sünnete de “vahyi gayri metluv” ismini vermişlerdir. Bununla da sünnetin vahiy olduğunu ima etmişlerdir. Müsteşriklerin ve bu hususta onlara katılanlara göre ise vahiy değil, Resulullahın (aleyhissalâtü vesselâm) kendi görüş ve yorumlarıdır. Onlara göre Resulullah (as) bu görüşlerinde zamanın şartlarından ve kendi tecrübesinden faydalanmıştır. Böylece, Kur-an’ın iki kapağı arasında ki yazılı olan vahiyden başka Allah Resulüne, acaba vahiy gelmiş midir, gelmemiş midir? şeklinde bir tartışma günümüz Müslümanlarının gündemini oluşturmaktadır.
Oryantalistlerin başlattığı ve bazı Müslümanlarca da kabul gören “sünnetin vahiy olmadığı” sloganları belli bir mesafe kat etmiş ve Müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Bugün artık okulda, camide, çarşıda, pazarda bu türden insanları bulmak mümkündür. Bu Müslümanlar, sanki kendilerinin hak yoldan ayrıldıklarını müsteşrikler görmüşler de doğru olanı anlatıp onların hak yola dönmelerini istiyorlarmış gibi onların fikirlerini alıyor ve hayata öylece bakıyorlar.
Sünneti hafife alan veya inkar eden bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün meselenin çözüm noktasının “Kur-an’dan başka vahyin” Resulullah’a inip inmediğidir. Sünnetin öteden beri yapılan klasik müdafaasında kullanılan ayetlere, yürekleri sızlamadan teviller getiren insanlara, sünneti yine sünnetle temellendirme girişimleri elbette ki fayda vermeyecektir. Zira bu kimseler zaten sünnet için şüphe içerisindedirler. O yüzden biz burada diğer konulardan önce, Resulullah’a Kur-an’dan başka vahyin inip inmediğinden bahsedeceğiz. Bunu yaparken de sünnetten değil Kur-an’dan yola çıkacağız. Sünnetten yola çıkmayışımızın sebebi, sünnette bu konu için deliller olmayışından dolayı değil, şüphenin zaten sünnette olup inkarın bizzat kendisinde vuku bulmasından dolayıdır. Esasen sünneti temellendirme de sünnet ve ayetlerden yola çıkan, günümüze kadar yazılıp çizilmiş kitaplar çoktur. İmam Şafinin er-Risalesi, Suyuti’nin Miftahul-cenne fil-ihticaci bin sünnesi, İbni Kuteybe’nin tevilu Muhteli ful hadis’i, Abdulgani Abdulhalık’ın Hucciyetus Sünnesi gibi. Biz Kur-an’dan tespit ettiğimiz bazı ayetleri burada inceleyerek meseleyi daha başka bir üslupla ele alacak ve müminlerin düşüncelerindeki bulanıklılığı gidermeye çalışacağız. Gayret bizden, tevfik Allah’tan.
*
1. DELİL:
Tahrim suresinin üçüncü ayeti hakkında bir çok rivayetler vardır. (Hadislerle Kur-anı Kerim tefsiri, İbni Kesir c.14 s.7958-7862 ) Bunların sıhhat dereceleri bir yana, biz ayette ifade buyurulanla iktifa edip meseleyi izah edelim. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.” (Tahrim Suresi 3)
Ayetten de anlaşıldığına göre Peygamber efendimiz, hanımlarından birine gizli bir söz söylüyor. Hanımı da bunu annelerimizden diğerine veya başka bir kimseye haber verince Allah-u zulcelal, Peygamber Efendimize vahiyle durumu bildiriyor. Allah (cc)’ın bildirdiği bu şeylerin bir kısmını, Nebi (as) hanımına bildiriyor, bir kısmını ise bildirmiyor. Böyle bir durumla karşılaşan hanımı ise bunu kimin bildirdiğini soruyor, Peygamber Efendimiz de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi”.
Peygamberimizin zevcesine bildirdiği kısım hakkında bazı rivayetler söyleniyor olsa da bunlar bir yorumdan öteye gitmeyecektir. Söylemekten vazgeçtiği kısım hakkında ise hiç bir fikrimiz yoktur ve olamazda.
Kur-an’ı Kerimin her hangi bir yerinde Allah (cc), Resulüne bildirdiği bu şeyin metnini vermemiştir. Yani Resulullahın eşine bildirdiği kısım ile bildirmediği kısmın metni Kur-an’da yoktur. Vahiy ise Allah’ın Resulüne olan bildirilerini taşır. İşte, yine böyle bir bildiriyi getirmiş olan Allah’ın vahyi, metniyle Kur-an’da mevcut olmayıp “vahyi gayri metluv” vahiyle Resulullah’a bildirilmiştir. Allah bildirdiğine şahadet ederken, Resul de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi”. derken artık bundan öte bir kimsenin, Kur-anın iki kapağı arasından başka bir vahyin Resulullah’a gelmediğini söylemesinin, La ilahe illallah, Muhammedun Resulullah, şahadetiyle bağdaşabileceğini söylemek mümkün değildir.
Haram ve helallerle hayatı bir intizam altına alınan insanoğlu başıboş bırakılmamıştır. (Kıyame Suresi 36) O halde, yüce Allah’ın, hanımları arasındaki basit bir konuşma için Kur-an’dan ayrı, Nebisine vahiy indirdiğini kabul edip, külli kaideler içeren şu Kur-anın ayetlerinin açıklanmasında Allah’ın vahiy göndermeyeceğini iddia etmenin ilim ve irfan adına ifade edeceği hiçbir gerekçesi yoktur. Allah “indirdim” derken “indirmedi” diyen bu insanlar acaba, Kur-an’dan bir hakikati inkar etmenin sahibini dinden çıkaracağını biliyorlar mı?
Bu ayeti, dilimizin döndüğü kadar ifade etmeye çalıştığımız zamanlar yüzleri kızarıp yinede inkarlarına devam edenleri görmüş ve bundan da çok esef duymuştuk. Bir türlü anlamayan sanki hakikatlere karşı kalbi mühürlenmiş insanlar gibi şöyle diyorlardı: “Burada bizi ilgilendiren bir şey mi var? Olay Nebi ve zevceleri arasında oluyor: Allah bizi ilgilendiren her hususu Kur-an’da bildirmiş ve bunlarda Kur-an’da yazılıdır.”
Ne kadar zavallı bir düşünce! Hakikat güneş gibi parlarken onlar bu aydınlıkta güneşi inkar etmeye çalışıyorlar. Ama nafile… Bizim burada üzerinde durduğumuz konu ve ispatlamaya çalıştığımız mesele, Kur-an’da olmadığı halde Nebi (as)’a Allah (cc) dan her hangi bir bildiri gelmiş midir? Aksi halde:
“Resulün vefatından sonra onun hanımlarıyla evlenmeniz size haramdır” (Ahzab Suresi 53) ayetiyle şimdi kim amel edebiliyor ki? Oysa bu ayet mensuhta değildir. Bizim izah etmek istediğimiz ve sünneti hafife alma veya onun vahiy mahsulü olup olmadığı hakkındaki tartışmanın temelini oluşturan, Kur-an’dan ayrı olarak vahyin inip inmediği meselesidir. Verdiğimiz bu örnekte görüldüğü gibi kesinlikle Kur-an’ın iki kapağı arasında yazılı olan vahiylerden başka Peygamber Efendimize vahiyler inmiştir.
*
2. DELİL:
Geçmişte ve günümüzde birçok saptırmalara hedef olan gaybı yüce Rabbimiz, sadece kendisinin bilebileceğini haber vermektedir. (Neml Suresi 65, Nahl Suresi 77) Bununla birlikte acaba Peygamber Efendimizin gaip bilgisine sahip miydi, gaybı bilir miydi? Kur-anda Peygamber Efendimiz gaybı bilmediğini şöyle açıklıyor:
“De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım.” (Enam Suresi 50 benzer ayet için bakınız Hud Suresi 31)
Ayetten anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimiz gaybi bilici değildir. O halde gaybı bilmesi Allah (cc)’ın bildirmesine bağlıdır. Bu bildirme Kur-anın ifadesiyle üç yoldan biriyle vuku bulur. (Şura Suresi 51) Bunun dışında hiç bir yol yoktur. Şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz:
“Allah, müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini ayırt eder.” (Al-i İmran Suresi 179)
“O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz; Ancak, (bildirmeyi) dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.” (Cin Suresi 26-7)
Yukarıda, Peygamberin gaybı bilemeyeceği, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilebileceği hakikati açıktır.
Peygamber efendimiz, halasının kızı olan Hz. Zeyneb binti Cahşı (radıyallâhu anh), (Hadislerle Kur-anı Kerim tefsiri İbni Kesir c.12 sayfa 6544) Hz. Zeyd b. Harise’ye (radıyallâhu anh) nikahlamak istemişti. (Lubabun Nukul fi Esbabin Nuzum, Suyuti s. 178,179 Medarikut Tenzil ve Hakakut Tenzil, Nesefi c.3 s. 304 Celaleyn s. 389 ) Fakat Zeyneb (ra) ilk önce tereddüt etmiş mazeret öne sunmuştu. (Lubabul Nukul s. 178 ) Bunun üzerine şu ayet:
“Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36) ayet nazil oldu. Bu ayetten sonra Zeyneb (ra), Zeyd (ra) ile evlenmiştir. ( Lubabul Nukul s. 179)
Bir müddet iyi giden evlilikleri bozulmaya başlayınca Zeyd (ra), Resulullah (sallallahu aleyhi vesellem)’e gelir ve aralarını ayırmasını ister. Efendimiz (as) Zeyd’e (ra) nasihat eder ve eşinden ayrılmamasını tavsiye eder. Aradan bir müddet daha geçince yürümeyen evliliğin tefriki için Zeyd (ra), Peygamber Efendimize ikinci ve üçüncü defa gelir. Peygamber (as) her seferinde nasihat edip eşini nefsinde tutmasını ve Allah’tan korkmasını Zeyd’e (ra) tavsiye etmişse de artık başka çıkar yol kalmamıştı. Nihayet Zeyd (ra) ve Zeyneb’in (ra) aralarını tefrik eder. Ama bütün bunlar olurken Allah Resulünde bir korku bulunmaktaydı. Acaba bu korku neydi?
“(Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.” (Ahzab 37)
Buraya kadar olan açıklamalarımız ayet hakkındaki yüzeysel bilgi idi. Şimdi gelelim vahyi gayri metluv’a delaletine. Dikkat ederseniz ayette şöyle bir ibare geçmişti, “Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun..”
Peygamberin nefsinde gizlediğinin ne olduğunu tekrar edecek olursak, Zeyd, Zeyneb (ra) ile boşandıktan sonra Resulullahın (sav), Zeyneble (ra) evlenecek olmasıdır. Allah’ın Resulü bunu insanlardan gizliyordu ve çekiniyordu.
İkinci delilimizin başında Resulullahın (sav) gaibi kendinden bilmediğini açıklamıştık. O halde soruyoruz: İleride Peygamber efendimizin Zeyneble (ra) evleneceğini Allah (cc) Kur-an’ın herhangi bir yerinde vahyetmemişken Peygamber (sav) Allah’ın açığa vuracağı bu gaibi bilgiyi nereden bildi?
Peygamber (sav) Efendimizin ileride olacak olan böyle bir hadiseyi bildiğini Allah (cc) ikrar ediyor ve diyor ki; “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun.” Peygamber (as)’ın nefsindekini bilgiyi ve bu bilgiyi Kur-an’ın herhangi bir yerinde daha önce vahyedilmiş olarak da bulamayacağına göre bu bilgiyi nereden buldu?
O halde bu bilgi Resulullah’a (sav), Allah (cc)’dan vahyin üç yoldan biriyle gelmiş bulunmaktadır. (Şura Suresi 51) Ve bu bilgi Kur’anın iki kapağı arasında bulunmamaktadır. Demek ki, Allah’ın Resulüne Kur-an’da bulunmayan vahiyler de gelmektedir. “İmana yer bulabilmek için bilgiyi inkar ettim” (Din felsefesi, Mehmet s. Aydın, s20) dediği gibi, “Kur-an’ın sıhhatini korumak için sünnetin vahiy olduğunu inkar edip terk ettim.” diyenler, acaba Kur’andan bir hakikati inkar ettiklerinin farkındalar mı? Allah Zulcelal, bu cehalete hidayet buyursun.
*
3. DELİL:
Peygamber (sav) Efendimiz, Mekke’de iken, Kâbe’ye doğru namaz kılmakta idi. (Celaleyn, s.25; Medarik, c.I, s.143) Fakat daha sonra Allah’ın Resulü Medine’ye hicret edince, on altı ay veya on yedi ay Beyt-ül Makdise doğru namaz kıldı. (Celaleyn,s. 25, Medarik, c. I,s.143) Peygamber Efendimiz ve müminler bu kadar bir süre Beyt-ül Makdise doğru namaz kıldıktan sonra Cenab-ı Allah, müminlerin Kabe’ye doğru dönmeleri için vahy göndermiştir. (Bakara Suresi 149-150)
Burada önemli olan ve irdelenmesi gereken bir husus vardır. Acaba Allah’ın Resulü dinde, keyfine göre hareket edebilir miydi? Şüphesiz ki buna verilecek cevap, hayır olacaktır.
Örneğin, yukarıda değindiğimiz kıble meselesinde Resulullah (sav), Allah Zülcelalden gelen emre göre namazında bir yöne doğru yöneliyordu. Medine’de Beyt-ül Makdise doğru on altı veya on yedi ay namaz kılmış, daha sonra gelen ayetlerle de Kabe’ye doğru yönelmiştir.
Kıbleyi belirleyen Resulullahın (sav) kendisi demek, O’nu ilah kabul edinme demektir. Oysa Resulullah (sav), heva ve hevesine değil, ancak Allah’ın kendisine vahyettiğiyle muamele olunmakla emrolunmuştur. (Maide 48-49)
O (sav) Mekke’de iken de Kabe’ye doğru namaz kılıyor, Medine’de hicret edince Beyt-ül Makdise doğru namaz kılıyor. Daha sonra gelen ayetlerle de Kabe’ye dönmesi emrediliyor.
Resulullahın (sav) Kabe’ye dönmesini emreden ayetler bellidir. Peki Beyt-ül Makdise dönmesini emreden vahiy nerededir? Kur-an’ın her hangi bir yerinde Allah (cc), Resulünün Beyt-ül Makdise doğru namaz kılmasını emretmiş değildir. O halde bu emir Resulullah’a (sav) hangi yolla gelmiş olabilir? Elbette ki, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla. Demek ki, Resulullah (as) Kur-an’da mevcut olmayan veya mevcut olan mücmel ifadenin kapsamını, detaylarını nefsinden veya tecrübesinde değil, bizzat Allah Zülcelalden gayri metluv vahiyle almaktadır.
Hakikat bu iken, sünnet münkirlerinin, (daha genel bir ifadeyle vahyi gayri metluv münkirlerinin) bu hakikatler karşısında teslim olmalarını beklemiyoruz. Bilakis şahit olduğumuz vecihle, onlar güneşi balçıkla sıvama gibi teviller getireceklerdir. Mesela; onlar diyeceklerdir ki; “Allah’ın Resulü önceki ümmetlere veya kendi görüşüne uydu.” Yani onlar bu sözleriyle, Resulullahın Beyt-ül Makdise yönelmesinin Allah’u Tealadan gelmediğini anlatmak isteyeceklerdir. Bu, onların, dinde samimi olmadıklarının bir sonucudur. Onlar hak zahir olunca işittik ve itaat ettik diyenler değil, (Nur 51) ifsat etmelerine rağmen, “Biz ancak ıslah edicileriz” (Bakara 11) diyecek kadar nankör olmalarındandır.
Oysa bu kimseler, Resulullahın (sav) hiç bir haram ve helal koyamayacağını, eğer böyle bir şey kabul edilirse Allah’ın Resulünün, ilah kabul edinilmiş olacağını söyler ve bu sözleriyle de bütün ulemayı tenkit ederler. O halde bu kimseler söylesinler, Allah’ın Resulü tecrübesinden veya Allah’tan bir haber gelmeden aklınca önceki şeriata uyduğunu söylemekle acaba, Resulullahı ilah edinenler bizzat kendileri olmuyorlar mı? Biz diyoruz ki, bu emir Allah (cc)’ın emridir ve Resulullah da bu emre uymuştur.
Şu garipliğe bakın ki, Allah’tan başka ilah edinilmesin diye yola çıkan bu kimseler hem Allah’ın Resulünü ilah ediniyorlar, hem de Allah’ın dininde dilediği gibi irade buyurup vahyini gayri metluv olarak vahyetmesine karşı gelerek Allah’ın isteğine sınırlandırmalar getirebilecek bir yetkiyi kendilerinde görmekle kendi şahıslarını ilahlaştırıyorlar.
Oysa Cenab-ı Allah her bir ümmete ayrı bir şeriat vermiştir. (Maide 48) Resulullah (sav) kendi şeriatındaki hükmü bilmeden keyfince önceki bir dinin hükmüne göre meseleyi çözümleme yetkisine sahip değildir. Aksini iddia edenler, peygamberliğin vakasını takdir edemeyenlerdir.
Peygamber (sav) tecrübesine de dayanmıyordu. Eğer öyle şey olsaydı, Resulullah (sav) Kudüs’e değil, Kabe’ye doğru namaz kılardı. Çünkü, o zamanlarda, Mekke Arapları Kabe’yi kıble ediniyorlardı, Kudüs’ü değil. Namaz Medine’de değil, Mekke’de farz kılınmıştı. Resul (as) elbette ki kişilerin arzularına veya onların hatırları için Kabe’yi Kudüs’e döndürecek değildir. Hatta, uzak yerleşim bölgelerinde bir çok hacı adayları, o zaman, Kudüs’ü değil Kabe’yi tavaf ediyorlardı ve Mekke yönetimi bu kimseler için su ve yiyecek işlerini düzenleyen bakanlıklar kurmuşlardı. Kabe onlar için kutsaldı ve tecrübe söz konusu olsaydı, Resulullah (sav) Kabe’ye dönerdi, orasını kıble edinirdi.
Resulullah (as) namazda Kudüs’e yönelirken de bizzat Allah’a itaat ediyordu. Zira kendisine vahyedilenlerden hiç dışarı çıkmaz, vahy gelmeden bir mesele hakkında karar vermezdi. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“De ki: Ben ancak Rabbim den vahyolunana uyarım.” (Araf 203)
Vahyedilenden başkasına uymam diyen Resulullah’a (sav), hayır, uyabilirsin deyip de Kudüs’e dönmesini kendi arzu ve hevasına bağlayanlar hata etmişlerdir. Eğer Resulullah (sav) kendi heva ve hevesine uyduysa bu kıbleden, yani Beyt-ül Makdis kıblesinden memnun olması gerekirdi. Oysa Resulullah (sav) yahudilerin çıkardığı dedikodulardan dolayı kıbleyi, İbrahim’in (as) kıblesi olan Kabe’ye dönmeyi çok arzu ediyordu. Şöyle buyuruyor yüce Rabbimiz:
“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara 144)
Bu ayetle, Resulullahın (as) Medine’de yöneldiği Beyt-ül Makdisten değil de, gönlünün Kabe’yi arzuladığı açıktır. Eğer Beyt-ül Makdise kendi isteğiyle dönmüş olsaydı, neydi onu Kabe’ye dönmekten men eden şey? Neden Beyt-ül Makdise kendi isteğiyle döndüğü gibi Kabe’ye de dönmüyordu?
Elbette ki Allah’ın emrini bekliyordu. O her iki yöne de Allah’ın emriyle dönmüştü.
*
4. DELİL:
Nadiroğullarının Peygamber Efendimizi öldürme teşebbüslerinden dolayı, Müslümanlarla, Nadiroğulları arasında savaş olmuştur. (İbni Kesir, c.14, s.7800.7804) Bunun üzerine, Allah Resulü, Nadiroğulları’nın sağlam kalelerini muhasara etmiş, onların ümitlerinin kesilmesi ve teslim olmaları içinde, Nadiroğullarının hurmalıklarının belli bir bölümünün kesilmesini emretmişti. Bunun üzerine hurmalıkların bir kısmı kesilmiş, fakat daha sonra aralarında ihtilaf çıkmıştır. Resulullah’a gelip “Ey Allah’ın Resulü, kestiğimizden dolayı bize bir vebal, bıraktığımızdan dolayı da bir günah var mı?” diye sormuşlardır. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Haşr suresinin 5. ayetini inzal buyurdu. (Lubabun nukul s.214, İbn Kesir c.14 s.7804) İnen bu ayetle Cenabı Allah müminlerin düşmüş olduğu meseleye çözüm getirmiştir. Ayette Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.” (Haşr 5)
Ayetin ifadesinde de açıkça anlaşılacağı gibi, müminlerin arasında tartışmaya yol açan hurmalıkların kesilmesi, bizzat Allah’ın emriyle olmuştur. Kur-anın her hangi bir yerinde hurmalıkların kesilmesi hakkında daha önceden inzal olan bir ayet yoktur. Olaydan, yani tartışmadan sonra konuyla ilgili inen bu ayet tekdir. O halde Resulullah, Allah’ın izniyle olan bu hurmalıkların kesilmesi emrini, Kur-anda olmayan bu vahyi, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla almıştır.
Ne var ki, konuyu gereği gibi anlayamayanlar bu hususta da hataya düşmüşlerdir. Müsteşriklerden veya Müslüman evlatlarından olan inkarcılar şöyle bir itirazda bulunmaktadır: “İlk bakışta tamamen doğru gibi görünen bu mantık yürütmenin, ayet yakından incelendiğinde tartışmalı bir hal aldığı görülmektedir. Zira ayetten, ileri sürülen mananın çıkarılması “izin” kelimesine, “müsaade etmek” anlamı verilmesi esasına dayanmaktadır. Ancak bu kelime Arapça da bu anlamda kullanılmakla beraber, onun asıl anlamı “bilmek, bilgisi dahilinde olmaktır.” (İslam düşüncesinde sünnet, Hayri Kırbaşoğlu s. 265), diyen yazar, söz konusu ayetin, ancak ilk anlamı kabul edildiği takdirde delil olabileceğini öne sürmekte ve Mevdudi’den bir nakil alarak, kesme emrinin Resulullah’a ait olduğunu söylemektedir. (age, s.266)
Doğrusu mezkur delilde öncelikli itirazın Müslümanlar tarafından geliyor olması bizi üzmektedir. Üstelik de hatalı olarak.
Olaya dikkatlice bir bakalım: Allah Resulünün emriyle sahabe hurma ağaçlarının bir kısmını kesmişlerdir. Ama daha sonra aralarında ihtilaf çıkmıştır. Konuyu Allah Resulüne arz ederek bir günah işleyip işlemediklerini sormuşlardır. Zira bu onlara ağır gelmişti. (Lubabun nukul s.214) Bunun üzerine Cenab-ı Allah, sahabenin bu ihtilafına dair vahy göndermektedir. Dikkat edilirse, vahiy sahabenin söz konusu durumuna binaen iniyor. O da, acaba “Biz hata mı ettik, bir günaha mı girdik” demeleridir. Buna göre ayetin ifade edeceği husus, “Hayır, bu sizin yaptığınız işten dolayı size bir günah yoktur. Zira bu, benim emrim ve müsaademle olmuştur.” şeklinde olacaktır. Yani mesele, Allah’ın olan şeylerden haberdar olması meselesi değildir. Bu yüzden ayetteki “izin” kelimesine Allah’ın olan şeylerden, yani hurma kesilmesi hadisesinden haberdar olması ve bilgisi dahilinde olması manasını veremeyiz. Çünkü bu mananın, sahabenin yaptığı ve aralarında çıkan “günah mı ettik acaba” tartışmasına cevap olacak bir konumu yoktur.
Eğer Allah Zülcelalin bir şeyden haberdar olması, o şeyin helal olduğuna delalet ediyorsa, Allah sarhoşun içkiyi içtiği anda da onun bu içişinden haberdardır, ve bunun da o içkinin helal olduğu anlamına gelmesi gerekirdi. Oysa içkinin haram olduğu bellidir. Yani Allah Zülcelal, her kötülüğün yapıldığı esnada ondan haberdardır. Ama Rabbimizin bir şeyden haberdar olması onun helal ve caiz olduğuna delalet etmez. Bu yüzden ayetteki “izin” kelimesi bu davranışlarının bizzat Allah tarafından müşahede edilmiş, izin verilmiş olması manasına alınması ayetin sebebi nüzul açısından uygun olanıdır. Zaten izin kelimesinin müsaade etmek manasına geldiğini beyan eden lügatlerde onun bir şeyi helal kılmak, birine veya birilerine söz konusu meseleyi mubah kılmak anlamlarının olduğu da belirtilmiştir. (Mu’cemul Vasit, bkz.. “ezn” maddesi)
Resulullahın emrinin Allah’tan geldiğini bilen ashabı kiramın aralarında ihtilaf çıkması, onların bu davranışlarından dolayı kimseyi tereddüde düşürmesin. Zira ashab gökten inmiş bir topluluk değildir. Onlar da bizim gibi bir beşerdirler.
Sahabenin ihtilafına sebep olan nokta şudur: Resulullah yağmacılığı nehyetmişti. Ben-i Nadir gazvesinde ki savaş bir hiledir. Peygamber efendimiz bir ara sahabesine, hurmalıklardan belli bir bölümünü kesmeyi emretmiştir. Bunun üzerine Nadiroğulları kalelerinden yüksek sesle şöyle bağırdılar: “Ya Muhammed doğrusu sen, bozgunculuğu yasaklar ve bozgunculuk yapanı kınardın. Hurmaları kesmek ve yakmakta ne oluyor öyleyse? (İbn Kesir,c.14,s.7801,7804)
Ağaçlardan bir kısmını kesmekte olan sahabe onların bu sözünü duyunca bazı kimselerin de bu sözden etkilenerek aralarında çıkan bu ihtilaftan kalplerini ve gönüllerini tatmin etmek, günahtan emin olmak için meseleyi Resulullah’a arz ederler. Cevap yüceler yücesi Allah Tealadan gelir ve yaptıklarının bizzat kendi izni ile olduğunu Resulüne belirtmiştir.
5. DELİL:
Kur-anda cenab-ı Allah hikmet kelimesinden bahsetmektedir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“(İbrahim dedi ki) Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder.” (Bakara 129)
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik..” (Bakara 151)
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Ali İmran 164)
Yukarıdaki ayeti kerimelerde Kur-anla beraber hikmeti zikretmekte, Allah zülcelal Kur-anın lisanı olan Arapça gramerinde atıf vav’a mugayyeratı yani ayrıklığı gerektirir. (Hucciyetus sünne, Abdulgani Abdulhalık s. 297) Dikkat edilirse yukarıdaki ayetlerde (tabi ki Arapça gramerinde) atıf vav’ı bulunmaktadır. Yani hikmet Kur’andan ayrı bir şeydir. Cenab-ı Allah ta bu muradını Arapça’nın malum kaidesi ile beyan buyurmuştur. O halde nedir bu hikmet ve ne anlama gelmektedir?
Bizim ve sizin oturup da hikmete bir takım manalar yüklememizin elbette ki bir anlamı olmayacaktır. Hikmetin manasında, asıl olan ona şer-i nasların yüklediği anlamdır. Kur’an veya sünnetin bir kelimeye yüklediği mananın ötesinde, insanların o manaya çeşitli anlamlar vermesi hiç bir şey ifade etmeyecektir. Bizim de burada hikmetin manasının ne olduğunu yine Kur’an ve sünnetten aramamız gerekir. Burada önemle şunu da vurgulayalım ki, bizim burada manasını öğrenmek istediğimiz hikmet, yukarıda mealini verdiğimiz ayetlerdeki hikmettir. O halde hikmet nedir?
İslam, yapılan fütuhatla yayılmış, İslam devleti bir takım coğrafyalara hakim olmuş ve elde edilen ganimetlerle Müslümanlar mal mülk sahibi olmuşlardı. Bunu gören Peygamberin eşleri olan annelerimiz de bundan bir nasip almak ve böylece bir takım süsler arzu ettiler. Fakat Efendimiz (as) onlara Allah’ın ayetlerinden okuyor ve bir takım sözler söyleyerek nasihatte bulunuyor, onların diğer kadınlar gibi olmadıklarını anlatıyordu. Hem ayet okuyor, hem nasihat ediyordu. Allah’u Teala Ahzab suresinde Peygamberin zevceleri hakkında şöyle buyuruyor:
“(Ey Peygamber eşleri) evlerinizde size okunan Allah’ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir. Ve her şeyden haberi olandır.” (Ahzab 34)
İşte hikmet, Peygamber Efendimizin zevcelerine yapmış olduğu mübarek kavli şerifleridir. Yani Allah (cc), Resulünün sözlerine (Sünnete) hikmet adını vermektedir. Kur’an hikmete bu anlamı yüklemiştir. Bazı ayetlerde mecaz olarak değişik manalara gelebilen hikmet kelimesine, çeşitli anlamlar vererek meseleyi geçiştirmek isteyen düşük zihniyete sahip olan kişilere burada cevap vermeyi gereksiz görüyoruz. Zira bizim manasını vermeye çalıştığımız hikmet, Kur’anda geçen bütün hikmet kelimelerinin ortak manası değil, mealini verdiğimiz ayetlerdeki Kur-an ile (kitapla) beraber Resulullah’a verilen hikmet kelimesinin anlamıdır.
İşte bu hikmeti, Cenab-ı Allah Peygamber Efendimize verdiğini hatta indirdiğini ifade buyurmaktadır. Ayetlerde bu açıkça beyan buyurulmuştur:
“Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah’ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur.” (Nisa 113)
“Allah’ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini, (size verdiği hidayeti), size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab’ı ve hikmeti hatırlayın. Allah’tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.” (Bakara 231)
Nitekim İmam Şafi, Kur-anda zikredilen kitaptan maksadın Kur’an, hikmetten maksadın da sünnet olduğunu beyan etmiştir. (Er-Risale, s.78) (İslam hukukunda Sünnet, Mustafa Sıbai,s.51-52) Nesefi de hikmet kelimesini sünnet olarak tefsir etmiştir. (Medarik, c. 3, s. 303)
Ve yine Celaleyn, hikmeti sünnet olarak tefsir etmiştir. (Celaleyn, s. 368) Esasen hikmetin sünnet olduğunu bir çok alim ve müfessir beyan etmiş ve açıklamışlardır. Bu konu için tefsirlere bakılabilir.
Bizim buraya kadar zikrettiğimiz Vahyi Gayri Metluv’un vuku bulduğuna dair Kur’an delilleri esasında sünnetin vahiy olduğunu doğrudan doğruya temellendiren delillerdir. Bununla beraber ileride açıklayacağımız konularla, sünnetin vakası zihinlerde iyice berraklaşacaktır.
*
6. DELİL:
Cenabı Allah müminlere orucu farz kılmıştır. (Bakara, 183-184) Oruç, ilk farz kılındığı zaman yatsı namazından sonra başlıyor ve güneş batana kadar devam ediyordu. Yani sahur yoktu ve yatsı namazından sonra kadınlara yaklaşmakta haramdı. (Lubabun nukul, s. 25,27, İbn Kesir, c. 3, s. 728-729) Rivayetler de, bazı sahabelerin Ramazan boyunca eşlerine yaklaşmadıkları ve bu yüzden de nefislerinden korktukları rivayet edilmektedir. (Lubabun nukul, s. 26) Bunun üzerine Allah’u Teala Bakara suresinin 187. ayetini indirdi. Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tövbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.” (Bakara 187)
İşte bu ayetle Allah Subhanehu, mümin kullarına merhamet etmekte, onlara eşlerine yaklaşmalarını ve sahur yemeğini helal kılmaktadır. Zira Allah (cc) müminlerin nefislerinden korktuklarını ve bu suça irtikap edeceklerini bilmişti böylece indinden bir rahmet olarak bunları helal kılıyor. Kur’anda kadına yaklaşmanın ve sahurun helal kılındığına dair Allah’ın emri mevcuttur. O halde önceki haram emri nerede? Kur’anın her hangi bir yerinde bu haram mevcut değildir. O halde Resulullah bu emri Allah’tan nasıl aldı? Elbette ki vahyi gayri metluv ile.
Dikkat edilirse, ayette hakiki manasında bir af geçiyor. Af, yapılan günahı bağışlamak içindir. Günah ise, bir emre aykırı davranıp onu çiğnemekle meydana gelir. Demek ki bu ayetten önce, kadınlara yaklaşma ve sahur yemeği konusunda bir yasak vardı, bir haram hükmü vardır ki bazı kimseler bir hataya düşerek eşine yaklaşmış veya sahur yemeği yemiş böylece günah işlemişlerdir. Allah (cc) onu affediyor ve daha sonrada onlardan bu yükü kaldırıp onlara bu iki hususu helal kılıyor.
Şunu önemle belirtelim ki; Cenabı Allah’tan Resulullah’a önceki şeriatı takip etmesiyle ilgili emir gelmeden, Peygamber bir ibadet benimseme, veya öncekilere uyma gibi bir yetkisi yoktur. Zira her peygambere Allah (cc) ayrı ayrı şeriat ve yol vermiştir. (Maide 48) Esasen önceki dinlerin hem itikadî yönleri hem de şeriatları bozulmuş, tahrif edilmiştir. Resul aleyhisselam da onların sahih oluşundan haberdar değildir. (Yusuf 3, Şura 52) Bu yüzden Resulullah (sav) sapık görüşler arasından bulmaca çözer gibi şeriat bulup almakla değil, Allah’ın göndereceği vahye tâbi olmakla görevlendirilmiştir. Nitekim önceki şeriatlar hem akide hem de şeriatça bozuldular ki, Peygamber Efendimize yeni şeriat nazil oldu.
*
7. DELİL:
Fetih suresi Hudeybiye’den ayrıldıktan sonra nazil olan bir suredir. (Tefsir usulü, İsmail Cerrahoğlu, s81; Kur-anı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Tercümesi, Ali Özek başkanlığında, s510) Peygamber efendimiz Kabe’yi ziyaret etmek istemiş ama müşriklerin muhtemel bir saldırısını hesaba katarak civar kabilelerin de bu ziyarete katılmaları için haber göndermiştir. Fakat bazı kabileler Allah Resulünün bu çağrısına icabet etmemiştir. Daha sonra, Hudeybiye’den iki aydan daha az bir zaman sonra vuku bulan Hayberin fethiyle elde edilen ganimetler taksim edilmeye sıra gelince, Hudeybiye’de geride kalıp iştirak etmeyen bu bedevi Araplar da ganimetten pay istemişlerdi. İşte bu konuyla alakalı olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır:
“Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar: Bırakın, biz de arkanıza düşelim, diyeceklerdir. Onlar, Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Onlar size: Hayır, bizi kıskanıyorsunuz, diyeceklerdir. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir.” (Fetih 15)
Ayette de görüldüğü gibi Cenab-ı Allah, Resulüne şöyle demesini emrediyor: “De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” Oysa Cenab-ı Allah’ın önceden indirmiş olduğu böyle bir emri Kur-an da mevcut değildir. Ama, Allah (cc) bunu daha önce buyurduğunu Resulüne bildirdiğine şahadet ediyor. O halde, Allah bunu Resulüne bildirmiştir ki, ayet buna şahittir. Bu bildirisi Kur-an da mevcut değilse o zaman Kur-an dışında başka bir yolla bildirmiştir ki, oda vahyi gayri metluv yoludur. Ne yazık ki bu delile de itiraz eden aynı yazar, delilin istidlal yönünü kitabında yazar usmani den naklettikten sonra şöyle demektedir: “Ancak münafıkların Peygamber ile savaşa çıkamayacağına dair Allah’ın sözü gerçekten Kur-an da yok mudur? Bu soruyu cevaplamak için (Tövbe 83) ayetine bakalım.” (İslam Düşüncesinde Sünnet, Kışbaşoğlu, s 271)
Yazarın yukarıda verdiği Tövbe 83 ayetiyle söz konusu tezimizin sahih olmadığını anlatmaktadır. Oysa müfessirler bu ayetin daha sonra indiğinde müttefiktirler. (İbn Kesir, age, c 13 s 7347-7348; Tefsir Usulü, Cerrahoğlu s 87) Yani bizim getirdiğimiz Fetih 15 ayeti delilinde geçen “De ki: “Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.” ayeti daha önce inmiştir. Bu ayette, Resulullahın münafıklara söylemesi gereken sözü ise, Allah’ın daha önce buyurduğu bildirilmektedir. İşte bu Tövbe 83 ayetinden önce inmesi bizim delilimizin sıhhatini göstermektedir. Zira Fetih 15 ayeti Hudeybiye dönüşü vukuu bulmaktadır. (İbn kesir, c13 s 7347) Nitekim Celaleyn ve Medarikte de Fetih 15 ayetinin ilgili olduğu konuyu Hudeybiye ve Hayber meseleleriyle tefsir etmektedirler. (Celaleyn, s470; Medarik c 4 s 159) Ayrıca Osman, İbn. Abbas ve Cafer Sadık’ın nüzul sırasına göre tertip ettikleri mushaflarında Fetih suresinin önce, Tövbe suresinin ise sonra indiği malumdur. (Tefsir Usulü, Cerrahoğlu s87) Tarih olarak belirtecek olursak Hayber Gazvesi 628 tarihinde (İslam Tarihi, Hüseyin Akgül, c 1 s448), Tebük Gazvesi ise 630 tarihinde olmuştur. Nitekim yazar da bu hususu bildiği için bu gerçeğin, itiraz önündeki engeli teşkil ettiğini belirtmiştir. (İslam Düşüncesinde Sünnet, s 271) Fakat görüşünü tutturabilmek için şöyle bir görüş ortaya atar: “Ancak bize göre (Tövbe 83) ayetinin Tebük Gazvesi ile ilgili olduğu görüşünü çözmek durumunda kalacağı bir problem vardır. Bu problem ise şudur: Ayette Peygamber Tebük Gazvesinden döndüğü varsayımına göre yeni bir savaşa çıkacağı zaman, münafıklarında onunla beraber savaşa gitmek için müsaade isteyecekleri ifade edilmektedir. Tarihi bilinen bir gerçektir ki, Tebük savaşı Peygamberin çıktığı en son savaştır ve ondan sonra savaşa çıkmamıştır. Bu durumda münafıkların onunla birlikte savaşa çıkma talebinde bulunmaları mümkün olamayacağına göre, bu ayetin Tebük savaşıyla ilgili olduğu görüşünün doğru olamayacağı sonucuna varmamız pekala mümkündür. Sonuç olarak (Tövbe, 83) ve (Fetih, 15) ayetlerinin kendi içlerinde tam bir uyum içinde olduklarını ve bir birini tamamlayıp açıkladıkları söylenebilir.” (age, s 271-272)
Evet, yazara göre Tövbe 83 ayeti şayet Tebük’te inseydi Allah (cc) bir ihtimalden bahsetmeyecekti. Dolayısıyla bu ayet Tebük Gazvesinde inmemiştir. Yazarın “Tarihi bilinen bir gerçektir ki…” diyerek tarihe güven duyup delile itiraz ederken o güvendiği tarihin bu ayetin Tebük Gazvesinde indiğine şahitlik etmesine de güven duymasını en azından durumun böyle olması hasebiyle, acaba telifi kabul bir durumun olup olmadığını araştırması gerekirdi. Ne yazık ki yazar burada bir düşünce hatası yapmıştır. Ama bu basit hataların faturası çok büyük olmaktadır. Öyle ki alimin zellesi çok şeyler yıkıverir. İşte bu yüzden ilim meydanında söz söyleyeceklerin sözlerini söylemeden önce düşüncelerini defalarca gözden geçirmeleri gerekir.
Şimdi ayete dikkatlice bakalım, Cenab-ı Allah burada Resulü (sav) vasıtasıyla münafıklara hitap etmektedir. Ayetteki esas alınan bakış açısı, ezeli ilme sahip olan Allah’ın bakış açısı değil, münafıkların bakış açısıdır. Yani Cenab-ı Allah burada, bir daha savaş olacakta onun için şöyle böyle demiyor. Burada ki kasıt şudur: İnsanoğlu gaybı bilecek değildir. (Al-i İmran 179, Cin 26-27)
İşte bu yüzden münafıklar Resulün (sav) hayatının son savaşı olduğunu da bilmiyorlardı. “Eğer bu yüzden onlar, ganimetlere kavuşmak için sana gelirde başka savaşlar için senden izin isterlerse böyle bir talepte bulunurlarsa ey habibim, söyle onlara ki onlar seninle savaşa çıkamayacaklardır.” Ayetten Cenab-ı Allah’ın kastettiği bir daha savaşın vuku bulup bulmayacağı açısı değil, eğer müşrikler böyle bir iddia da bulunurlarsa Resulün (sav) söylemesi gereken şeyi Allah’ın tespit etmesi, bu söyleyeceği şeyi Resulüne talim etmesidir. Ve bu konuda ayet açıktır: “Eğer Allah seni onlardan bir grubun yanına döndürürde (Tebük seferinden Medine’ye dönerde başka bir savaşa seninle beraber) çıkmak için senden izin isterlerse deki; benimle beraber asla çıkamayacaksınız.”
Müfessirlerin de Tebük Gazvesi ile alakalı olarak tefsir ettiği bu ayette (Celaleyn s 187, Medarik c 2s 139) Cenab-ı Allah, münafıkların hevesini gırtlaklarına düğümlüyor ve onlara layık oldukları sözü söylemesi için nebisine “bizimle beraber asla çıkamayacaksınız.” demesini istiyor. Demek ki mesele, Allah’ın (cc) ezeli ilmiyle, bir daha savaş olacağını bilmesi değil, münafıklar böyle bir arzuda bulunursa, Resulün (sav) söylemesi gerekeni ona öğretmesidir. Buradan da anlaşılıyor ki; yazarın iddiası, hatalı bir düşünceye istinad etmektedir.
*
Acaba Peygamber (sav) rüyalarında vahiy alırlar mıydı? Kur-an bu soruya “evet” diyor. Kur-ana dayanan İslam uleması da evet, demektedirler. (Süheyli-Ravd c.2,s.395; İbn Seyyid, Uyun, c.I,s.90; Ayni, umdetul Kari, c.2,s.40; Kastalani, Mevahib, c.I,s.56; Halebi, İnsan, c.I,s.419; Zürkani, Mevahib Şerhi, c.I,s.230, Peygamberler tarihi, M. Asım Köksal, c.I,s.18’den naklen).
Bir rivayette ise nebilerin gördükleri rüyaların uyanıkken aldıkları vahiy gibi vahiy olduğu hakikati malumdur. (Medarik, c.4,s25; Peygamberler Tarihi, Köksal, c.I,s.18). Kur-anda Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den bahsedilir. Hz. İbrahim ve oğlu arasında geçen konuşmayı Kur-an şöyle anlatmaktadır:
“Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince: Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum; bir düşün, ne dersin? dedi. O da cevaben: Babacığım! Emr olunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun, dedi.” (Saffat,102)
Ayette Rabbimizin de işaret ettiği gibi, Hz. İbrahim (as) Allah’tan gelen emri, rüyasında görmektedir. Demek ki, bir nebi rüyasında da Allah’tan emir alabilmektedir. Oysa bu emir Hz. İbrahim’in Mushaf’ında yazılı değildi.
Rüyada vahiy almak, elbette ki sadece Hz. İbrahim’e mahsus bir şey değildir. Son Nebi Hz. Muhammed (sav) Efendimiz de uykusunda yüce Rabbisinin vahyine mazhar olmuş, gözlerini kaparken bile O, aydınlık nur ikliminin çağladığı pınardan yudum yudum içmiştir. O (as), uykusunda dahi hitabı ilahiye mazhar oluyordu. Yüce Rabbimiz, Resulünün rüyasında kendi vahyine mazhar oluşunu şöyle ifade buyuruyor:
“Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.” (Fetih 27)
Bu ayette Allah’u Teala, Resulünün rüyasının mevzusunu Kur-anda bildirmemiştir. Ama ona bir rüya gösterdiğini beyan buyurmaktadır. Resulünün gördüğü bu hak rüyayı Allah (cc) tasdik etmektedir.
Kur-an’a bile inanmakta yollarını şaşırmış insanlar için biz, tafsilatıyla alakalı rivayetlere girmeye gerek görmüyoruz.
O halde soruyoruz; “Peygambere Kur-an dan başka Allah’tan bir vahiy, bir bildiri gelmemiştir diyenler, acaba Kur-anın nida ettiği şu hakikatleri inkar etmenin ve bu fikirlerle ümmeti Muhammed’in gönüllerini zehirleyerek dini tahrif etmelerinin hesabını nasıl verecekler?”
Allah, insanları çeşitli vesilelerle imtihana çeker. Bazen Resulün gördüğü rüya ile, bazen başka bir yolla. İşte bazen de Resulünün Kur-an’dan ayrı olarak bildirdiği vahyi gayri metluv çerçevesinde emirlerine ittiba edip etmemeleriyle imtihana çeker. Dileriz Rabbimiz bu gibi kimselere hidayet verir.
*
9. DELİL:
Allah (cc), Enfal suresinin başında, ganimetin kendisi ve Resulüne ait olduğunu beyan eder. Sonrada Müminlerin vasıflarından bahseder. Daha sonra Cenabı Allah Müminlerin halleri ile bir teşbihte bulunur ve Bedir Savaşı öncesine döner. Şöyle buyurur:
“(Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir.” (Enfal 5)
Biz esasen önceki delillerimizde Nebinin, sadece vahye uyduğunu, vahye göre hareket ettiğini bazı ayetlerin eşliğinde izah etmiştik. İşte buradan da Cenabı Allah’ın gönderdiği emirle Resulullah Bedir Gazvesine çıkıyor. Cenabı Allah, emriyle yola çıkan Resulünün çıkışını; “….Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı…” ifadeleri ile izah ediyor.
Allah’u Tealanın bu emri, yani Resulüne (sav) çıkması için gönderdiği bu vahyi Kur-anda mevcut değildir.
O halde, Resulün (as), evinden çıkmasını emreden Allah’ın vahyi Peygamber Efendimize vahyi gayri metluv olarak gelmiştir.
Oysa; Allah Resulü bir işte kendisinden izin isteyene izin verebileceğine dair Allah Zülcelalin emri gelmiştir. (Nur, 62) Fakat, Resulullah, burada, Bedir’e çıkışta bazı kimselerin çıkmaya hiç de gönlü olmadığı halde, onlara izin vermedi. Nitekim Allah’u Teala bunu Kur-anda açıkça belirtmektedir:
“(Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihad hususunda) seninle tartışıyorlardı.” (Enfal 5-6)
İstişare etmesi istenen Allah Resulüne savaşmaya zorlayan, istişare sonucuna uydurtmayan, fakat Müminleri razı edene kadar onları dinlemeyen ve nihayet kılıçları çektirene kadar direttiren şey neydi? Allah (cc); “istişare et” “izin isteyene izin ver” derken, Müminleri savaşa sokup da onlardan bazılarının ölümüne sebep olmak bir Peygamber için olacak şey değildir. Yoksa Resulallah (sav), Allah’ın emrine isyan etmiş (haşa), O’nun emrinin önüne geçerek, dinde dilediği gibi hareket etme, inisiyatifini mi ortaya koymuştu?
Hayır! Bunların hiç biri değildir. Vahiyden başka hiçbir şeye tâbi olmadığına şahitlik eden Allah (cc), Resulünün kervan değil orduyla savaşmasını emretmiş, bu hususta Allah’ın önceden sonuca bağladığı muradı yerine getirilmiştir. Yani Resule savaşa çıkması için vahiy gelmişti.
Oysa Kur-anda böyle bir vahiy mevcut değildir. Gerek bu vahiy gerekse Allah’ın (cc) vaat ettiği “iki taifeden biri” müjdesi Kur-anda mevcut olmayıp vahyi gayri metluv yoluyla gelen vahiylerdir. Şöyle buyuruyor yüce Allah:
“Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz.” (Enfal 7)
Mealini verdiğimiz bu ayette cenabı Allah’ın daha önceden vaat ettiği “iki taife” sözü vardır. (Geniş bilgi için tefsirlere bakılabilir) Bu iki taifeden maksat biri kervan, diğeri de Ebu Cehil’in başkanlığında gelmekte olan ordudur. Cenabı Allah, önceden karara bağladığı, bunun tahakkuku için Resulünü evinden hak ile çıkarıp Bedir meydanında buluşturduğu küfür ordusunun arkasını kesmeyi önceden murad etmişti. Allah (cc) bu orduyu istiyordu. Bunun içinde Müminlere: “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu;” şeklinde hitapta bulunuyor. Bu hitap, Kur-anda daha önce geçmiş bulunmamaktadır, yani, Allah’ın “yaptım” dediği hitabı Kur-anda yoktur. Çünkü bu hitap vahyi gayri metluv ile bildirilmiş, cenabı Allah, bu yolla Müminlere vaatte bulunmuştur.
*
10. DELİL:
Devam eden ayetlerde Allah’u Teala, karşılaşan iki ordunun durumundan bahsetmektedir. Müminler kendilerinin az, kafirlerin çok olduğunu gördükleri zaman yegane dayanakları olan Allah’a dua etmekteler. Onlarla beraber Resulullah (sav) da dua etmektedir.
Geçmişte olan bu hadiseyi müminlere anlatan ve böylece onlara olan nimetini hatırlatan Allah (cc) şöyle buyuruyor:
“Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu.” (Enfal 9)
Oysa Kur-anda bu vaat mevcut değildir. Zira bu vaat de Cenabı Allah tarafından vahyi gayri metluv ile, yani “Kur’an dışı” vahiyle Resulüne bildirilmiştir.[1]
Yukarıda zikrettiğimiz ayetler, Hz. Peygamber (sav)’in Kur’an dışında da Yüce Allah’tan vahiy aldığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi biz Sünnet’in özellikle dinin tebliğine taalluk eden kısmının vahiy kanyaklı olduğunu söylüyoruz. Bu bakımdan gerek teşri faaliyetleri bağlamında, gerek Kur’an ayetlerinin tefsirinde ve gerekse mugayyebat vb. ile ilgili hususlarda Hz. Peygamber (sav)’den sadır olan sözler ve davranışlar vahiyle irtibatsız değildir ve bu yönüyle de Mü’minleri bağlayıcıdır…
Allah ile Peygamber’in arasını açarak, Hz. Peygamber (sav)’in Kur’an vahyini kendi kafasına göre yorumladığını, O’nun, dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışlarının kendi şahsi içtihatlarının neticesi olmakla -ki biz Hz. Peygamber (sav)’in içtihatlarının da vahyin kontrolünde bulunması hasebiyle hatadan korunduğunu ve bizler için bağlayıcı olduğunu düşünüyoruz- Mü’minleri bağlayıcı özelliğe sahip bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Burada, özellikle “dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışları” diyoruz; çünkü bu noktada mesele şahsilik boyutunu aşmış, doğrudan dinin özüne ilişkin olan bu tasarruflar kıyamete kadar gelecek olan bütün bir Ümmet’i bağlayıcı mahiyete bürünmüştür. Gerek Hz. Peygamber (sav)’in, gerekse sair elçilerden herhangi birisinin bu türlü bir tasarrufta bulunduğunu söyleme noktasına gelmiş olan bir kimse, akidesini yeniden gözden geçirmek ve tashih etmek zorundadır. Zira böyle bir akide, iman ilkelerinin vazgeçilmezleri bakımından zedelenmiş demektir.
Şu halde teşri alanına ilişkin olsun, diğer hususlarda olsun, “dinin tebliği” ile ilgili bütün eylem ve sözlerinde vahyin yönlendirmesi ve kontrolü altında bulunduğu aşikar olan bir peygamberin Kur’an dışında hüküm vaz etmesinden daha doğal ve gerekli bir şey olabilir mi?[2]
**********
KAYNAKLAR:
[1] Bahaddin Yüksel, Sünnet – Vahiy İlişkisi Ve Peygamberliğin Vakıası. (kısaltıldı)
[2] Ebubekir Sifil, Modern Islam Düşüncesinin Tenkidi, 5. Baskı, Rıhle Kitap, Istanbul 2013, cild 1, sayfa 65.
**********
Kadir Çandarlıoğlu
http://www.belgelerlegercektarih.net
.